Bu Bir Yarış Raporu Değildir

I - Giriş

Blog’daki üçüncü yazım. İlk ikisi üç buçuk saatten fazla süren iki farklı trail yarışının raporu niteliğindeydi. İlk iki yazıda yarış raporundan ziyade yarış öncesi ve sonrası hislerimi paylaşmıştım. Bu çok hoşuma gitti. Blog tutmak, zamanın ruhu olan video-log çekmeye göre bir hayli romantik ve hatta nostaljik bir uğraş haline geldi. Artık kendimi eski toprak hissetmeye başladığım bu acı-tatlı zamanlarımda (on beş yıl sonra gülümseyerek okuyacağım burayı), bunu alışkanlık haline getirerek düşüncelerimi paylaşmaya devam etmek istiyorum. Çoğunlukla psikolojik açılımlara gebe bir metin kaleme almak gereksinimi hissettim. Dolayısıyla şimdiden uyarmış olayım.

Tek başına üç saatten uzun süren bir yarış bu geçtiğimiz dönem içinde koşmadım, dolayısıyla böyle bir yarış raporum yok. Ancak bunu neden yapmadım ve onun yerine ne yaptım; bunları yaparken neler düşündüm. İşte konu bu sefer bu olacak.



II - Transfer

Spor, özellikle dayanıklılık sporları... İçinden geçip gideceğimiz bu hayatla mücadelede, kah ona anlam katmak, kah kendimizi eğlemek, kah geriye bir iz bırakmak maksadıyla biz fanilerin icat ettiği, tıpkı sanat veyahut bilim kadar yoldan çıkarıcı olduğunu düşündüğüm bir araç, bir mecra olarak hayatımın vazgeçilmezi haline gelmekte benim için.

Bu dönemde düşündüğüm şu oldu ki: amaçla aracın birbirine karışabildiği tüm "tutku" ve aşırılıklar gibi, birçok renge, derinliğe, hevese gayet tabii bir biçimde müsait olan dayanıklılık sporları; bir taraftan hayatla mücadele etme yolunda işlevsel ve çoğunlukla iyiye hizmet eden bir araç iken diğer taraftan hayatla mücadele etme anlamında kişinin edindiği görgü ve alışkanlıkları (kalıpları, izlekleri) büyük oranda transfer ederek yeniden tecrübe ettiği de bir alan olagelmekte. Peki bu ne demek?

Kabaca şu demek; hayatla baş etme (ilişki kurma) yolunda edindiğiniz alışkanlıklar mevzubahis konuyla -bu durumda spor- olan ilişkinize oldukça yansıyacak demek. Örneğin hayatınızda kendinizi bir kazanan durumunda konumlandırıyorsanız bu uzun mesafe koşuda da bu şekilde tezahür edecekken, eğer -kendinizce- bir kaybeden iseniz yine ne kadar uzun mesafeleri ne kadar hızla aşarsanız aşın, bir noktada kendinizi kaybeden konumuna sokabileceğiniz hallerde bulabilirsiniz. Elbette bu his düzleminin bir spektrum olduğunu ve ibrenin zaman zaman bir tarafa kayabileceğini kabul etmek gerekir. 

Diğer taraftan bu spektrumun ekstrem sayılabilecek kenarlarında, kurban-fail ilişkilenmesinin tüm muntazamlığıyla çalıştığını öne sürebiliriz. Kurbanı olduğunuz şartların bizatihi faili olduğunuzu fark etmek ise kolay değil. İnsanın o şartları, bir kuşun yuvasını inşa ettiği gibi ilmek ilmek oluşturduğunu artık biliyorum. Ancak bunu öğrenmem çok mesaimi aldığı gibi, bunun üstesinden geldiğim de henüz söylenemez. 

Oysa ne kadar matematiksel, mühendisliğe benzer; muhasebe defteri muamelesi yapılabilecek bir arka planı olsa da sporun, işin bir de o sporu nasıl yapacağınıza dair karar mekanizmasını yöneten motivasyon ve öz değerlendirme merkezi var. İşte bu ne matematikle ne mühendislikle ilgili ne de bir muhasebe defterine benzeyen, kaotik, kuantum ilişkilenmeleriyle dolu uçsuz bucaksız bir veri tabanı.

Bütün bunları düşünüp, dile getirecek kadar dışa vurmak istediğim noktaya ise şundan dolayı geldim: kâh bisiklete binmek, kâh koşmakla tüm sorunlarımın üstesinden geldiğimi düşündüğüm bir dönem geçirdim. Balayı diyebileceğim bu dönem artık sona ererken hayatta veya zihnimde bir kurgu olarak başaramadığımı düşündüğüm kalıpların sporla olan ilişkimde billurlaşmış biçimde karşıma çıktığını fark ettim. Ancak sporla oyalanarak kendimi kandırdığımı veya gönlümü eğlendirdiğimi düşünmüyorum. Tam tersine, sorunlarımın üstesinden gelmek için nihayet çok doğru bir yol seçtiğim için kendimle gurur, bu şartların oluşmasını sağlayan çevremdeki her şeye ve herkese ise derin bir şükran duyuyorum. Bundan sonrası içinse her daim heyecanlıyım.


III - İş

Geçmiş olduğumuz dönemde hayatımda beklenen gelişmeler nihayet vuku buldu (kâh bulamadı) ve kendimi iki arada bir derede hissettiğim yeni bir hayat formunu yaşamak durumunda buldum. Bu esnada katılmak istediğim yarışlar ya değişti ya da anlamlarını değiştirdiler. Kimi zaman mutsuz yarışlar üzerine umutlu düşünceler inşa etmekle vakit harcadım, çoğunlukla kendimi telkin etmek durumunda hissettim. Savunmasızlıktan kaynaklı bıçkın bir inada tutundum. Tatmin olmadan gurur duyabilmeyi öğrenmeye çalıştım. Peki ben neler diyorum?

Eskiden, dayanıklılık sporlarıyla biraz fazlaca haşır neşir olanlara, ne işle meşgul oldukları sorulduğunda veya bu konu üzerinden bir değerlendirme yapıldığında duruma gıcık olurdum. Şimdiyse şehrin bir köşesinde çalışmaya günde üç saat harcayarak gidip gelince bu konu aklıma tekrardan düştü... Acaba neden?!?

Baharda başladığım işime toplu taşıma ile 90 dakikada ulaşabilmemin yanı sıra mesai dışında, tezimi nihayet tamamlamam gerekiyordu. Hayatın olağan koşturmaları “hallederiz abi” diyerek ağırdan hallettiğim bütün yönleriyle artık üzerime çullanıyordu ve ben alışmış olduğum şekilde spor yapmaya devam etmeyi kutsal bir amaç saydım. Bu durumu çözülmesi gereken bir optimizasyon problemi olarak algılamaya gayret ettim.

Hayat optimizasyonu düşüncesine kafa yormaktayken, hayatımı optimize etmediğim yarışlara hayatımda yer vermeye devam ettim. Bu dönemde Gelibolu Duatlonu’na katılarak ikinci kez Duatlon branşını denedim. Değil uygun antrenman yapmak, yarıştan önceki gün ve yarış günü o kadar çok direksiyon başında kaldım ki, bacaklarım start aldığımda çoktan şişmiş olmalıydı. Bir taraftan bu işin (yani duatlonun veya triatlonun) bana uygun olmadığını düşünürken diğer taraftan seneye buraya gelip uzun mesafe triatlon yapmanın hayallerini kurdum.


Bundan başka Sapanca’da 21K parkurunda yer aldım. Değişen hayat şartlarıma uygun bir şekilde, haftalık koşu hacmimi ve koşacağım yarışlardaki mesafeyi azaltarak koşmaya devam etmeyi uygun görmüştüm. Fakat bunu kimseye anlatamadım. Efes’ten sonra Sapanca’da da yaş grubunda kürsüye çıkınca, kürsü kovalamakta olduğuma dair bir intiba bırakmış olabilirim. Çünkü Uludağ’da da 16K koşmaya karar verdiğimde yine bu yönde tepkiler aldım. Oysa tek maksadım artan yorgunluğum ve azalan koşu hacmime karşın koşmaktan vazgeçmemek için katıldığım yarışları kısaltmaktı. İnsanların mesafe kısaldıkça “başarı elde etmenin” kolaylaşacağını düşünüyor olmasının ne kadar büyük bir illüzyon olduğunu nasıl anlatmalı bilemedim. İçsel ve dışsal motivasyonların birbirine karıştığı bu konuda bilenlere (bu konuyu düzgünce ele alanlara) kulak vermeli: Ayarı Kaçanlar Podcast Bölüm 48 - Başlamak ve Sürdürmek. 

IV – Rağmen

Koşmaktan ölümüne tatmin olduğum her anın sonunda neden sadece bunu yapamadığımı düşünüyordum. Bir ara paralel bir evrende yalnızca koşmayı ve geri kalan vaktimde dinlenmeyi hayal ederken bulmuştum kendimi.

Bunları düşündüğüm sıralarda koşucu dostum Hakan’ın Aydos'un dibine taşınması üzerine sohbet ettik. İlk dikkatimi çeken düşüncesi sürekli Aydos'ta koşmaktan sıkıldığı farklı yerlerde koşmak istediği idi. Bu durumda iki ayrı düşünce ön plana çıkmakta. İlkin, bir şeyi yapmaktan tatmin ve mutlu olmanın koşulunun, o şeyi diğer şeyleri yapmaya rağmen yapabiliyor oluşunda saklı durmaktayken diğer düşünce ise hayatının merkezine veya yakınına aldığın şeyin bir noktadan sonra eski değerini yitirme tehlikesi ve dolayısıyla o şeyle aradaki ilişkini hassas bir noktada tutma gerekliliği idi. Bu düşünce şeması bana belgesel fotoğrafla haşır neşir olduğum zamanlarda edinmeye çalıştığım görgüyü hatırlatmıştı. Buna göre, konu edindiğiniz şey hakkında çalışırken, onun gerçekliğini manipüle edebilecek duygusal veya diğer türlü mekanizmaları çalıştırmayacak kadar uzakta; ancak onun doğal habitatını çok iyi tanıyacak onu bağlamına yerleştirebilecek kadar yakınında olma gerekliliğiydi. İlişki kurmuş olduğumuz her şey, tutku diyerek alışılagelmiş normlardan kendimizi muaf tuttuğumuzu sandığımız şeyler dahil, bu mesafe ile sınanmaktaydı diye düşündüm.

Bu sırada katıldığım bir diğer yarış, ahtım kaldığı için seneye mutlaka tekrar katılmak istediğim, Uludağ oldu. Aşağı yukarı katıldığım tüm etkinliklerde bunu hissediyorum. Daha iyi yapabileceğini (koşabileceğini) düşünen birisi kendisinin daha iyi versiyonuna doğru daimi yolculukta (bir koşu içerisinde) demektir ve bu kötü bir şey olamaz, ancak sağlıklı sınırların çizilmesi gerekli ki tatminsizlik dönencesine saplanıp kapılmasın insan. 


V – Süpermen

Uzaklardaki işime gidip gelirken yarış mesafelerini kısaltarak koşmaya devam ettim. Bunun çözüm olmadığını gördüğümde ise, antrenmanlara gidip gelmenin asıl mevzu olduğunu, antrenman yaptıktan sonra biraz daha uzun veya biraz daha zorlu bir antrenman yapmanın böylece haftalık hacmi daha uzun yarışlara uygun biçimde şekillendirebilmenin olası olduğuna kendimi ikna ettiğim yaz sonunda hayatımın ilk maratonunu koşmaya karar verdim.

Hafta içi eve gelindiğinde günlük kıyafetleri hızla çıkartıp likralı spor kıyafetlerini üstüne başına geçirirken eminim ki Süpermen imgesini başkaları da düşünmüştür. Yani, sıradan bir iş yaparak faturalarını ödeyen gazeteci Clark Kent misali, biz fanilerin durumunda dünyayı değil fakat kendini kurtarmak için, hızla kostümlerini giyerek uçmaya yani koşmaya veya bisiklet binmeye yetişmek gerekmektedir…

Bir gün antrenmana yetişmek için kalkıp otoparka indim, o da ne araba yerinde değil! Önceki sabah Marmaray durağına araçla gidip, akşam dönüşte aracı orada bıraktığımı o an hatırladım. Kendimi daha fazla dumur hissetmemişimdir.

Bir diğer gün ise sabah sürdüğüm bisikletin acısı akşam iş dönüşü ağır bir baş dönmesiyle çıktı. Bu şekilde şehrin diğer tarafında mutlu olmadığım bir işte çalışmak için zaman ve efor sarf ettiğim bir hayatta, olağandışılaşan bir başka spor hayatını bir arada sürdüremeyeceğime emin olmak üzereydim. Öyleyse olağandışı spor hayatı icra edenlerin yalnızca bunu yapabildikleri bir hayata sahip olmaları lüksü ile açıklamaya gidiyor muydum? Hayır. Bu bir aldatmaca olurduBunun yerine, şimdilik, şayet bir event’e organize olacağım zaman belli bir dönemde yeterli hazırlığı yapabileceğim bir antrenman/fitness düzeyinde kalmak için çabalamalıydım. Ya da gelecekte bir gün bu işlere daha iyi vakit ve enerji ayırabileceğim zamanki halime hazırlanabilirdim. Sonuçta bugün bazı şeyleri yapamıyorum diye ipin ucunu bırakmak kendimi aldatmam demek olurdu. Bu sinikliği 20’li yaşlarımda yaşadım ve bundan bir kazancım olmadığını biliyordum. 

Keza çok yakında tüm bu baş ettiğim durumlara bir yenisi eklenecek ve Süpermen olmadığımı bana kesin bir şekilde gösterecekti: sakatlık.

Arazi koşusundan maraton koşabilmek için asfalta sert geçmiştim. Kendime güvenerek Nike’ın karbon destekli tabanlıklarına sahip ayakkabılarını edinmiştim. Biraz içe bastığımı biliyordum ancak bu sorun olmamıştı henüz, güçlü olduğumu sanıyor ve koşu stilimin iyi olduğuna inanıyordum. Günlük hayatta giydiğim düz taban ayakkabılar ile, adabına uygun biçimde düzenli ısınma soğuma hareketleri yapmayarak davetiyeyi gazetelere ilan etmiş gibiydim. Plantar Fasiit; her zaman talihsiz kimselerin başına gelen bir felaket gibi, kendi başıma geleceğini düşünmeden duyduğum bir çift söz, ocağıma ateşi düşürmüştü. Net biçimde koşuya ara vermemi gerektirdi. Tatlı canıma daha fazlasını yapamazdım çünkü hayatımın sonuna dek hareket edecektim. Üstelik hayatımda uğraştığım diğer meseleler bu arayı vermemin iyi olacağı yönünde beni köşeye sıkıştırmaktaydı.


VI - UZAK

Plantar Fasiit sebebiyle maraton koşmamam gerektiğini farkına vardığımda dehşete düşmüştüm. Kesif bir hayal kırıklığına kapılmamı engelleyen yegane şey ise diğer sevgilim, bisiklet olmuştu. Ancak salt pedal çevirmek, yol kat etmek yetmezdi. Bir hedef sayılacak bir olay, organizasyona ihtiyaç vardı. Randonneur kültürünü topraklarımıza taşıyan pek değerli UZAK, burada devreye girdi. 3-4 hafta sonra gerçekleşecek olan UZAK sürüşü için bisiklet dostum Serkan’a haber saldım. Sağolsun beni koşucu diye hor görmeyip oluşturduğu takıma hemen dahil etti.


Bu sürüş için bin bir endişe içindeydim. Yıllık toplam bisiklet antrenmanım çok düşük, bu işlere başladığım son dört yılın en düşük seviyesindeydi. Ben veya bisikletim mekanik bir sıkıntı çıkartabilirdi. En fenası ise antrenmansızlık vb. sebepler yüzünden bu işten keyif alamayabilirdim. Benim için asıl alışılmadık olan şey ise, bir ortamda gerçekleşecek olay için en yetersiz kişi olduğumu düşünmemdi. Yani konfor alanımın bir hayli dışındaydım. Doğduğum günden beri en yetersiz olacağım grup ve bölgelerden kendimi alıkoymakta bir ustaydım. -Belki de bu yüzden bazı şeylerde kendime ket vurmaya alıştım.- Tüm bu strese rağmen pozitif kaldım. Sonuçta çok uyumlu bir takım çalışması ile neredeyse sıfır sorun ile 216 km’lik İstanbul turumuzu tamamladık. Üstelik korktuğum gibi takımın fasulyesi olmamış, faal bir üyesi olarak pedal çevirmiştim.


VII - Değer

Uzun sayılabilecek bir süredir, disiplinli, düzenli bir şekilde yaptığın antrenmanlarla koşuda ulaştığın seviye… 10-15 günlük bir ara bile verildiğinde, epey bir antrenman ve eforun çöpe atılmasıyla sonuçlanabiliyor. Peki bu, yani ara verildiğinde tüm o acı verici antrenmanların büyük oranda heba olma ihtimali kötü bir şey mi?

Net olarak hayır. Çünkü bu durum, bizzat düzenli bir disiplin ile ulaşılan seviyenin ne kadar kutsal, saygıyı hak eden, gurur duyulması gereken bir şey olduğunu ispatlıyor.

Nankörlük insanın kendinden doğaya, olaylara aktardığı bir durumu anlatan yetersiz bir sıfattan ibaret. Dayanıklılık sporları nankör değil, asildir. Kaynağı sebattır.

Şayet, 10-15-30…90 gün ara verdiğimiz bir uğraşa, geri döndüğümüzde hiçbir şey kaybetmemiş olsaydık… Bu kaybetmeme lüksü, o uğraşın değerini düşürmez miydi? Nasıl olsa belli bir seviyeye ulaşmış olmanın getirdiği rahatlıkla o konuyu bir kenara atabilse idik. Büyük bir disiplin ile üstüne milimetre koymak için bunca ter döktüğümüz bu mesele, o halde bir mesele olmaktan çıkmaz mıydı?

Her şeye olduğumuzu düşündüğümüz noktanın gerisinden başlamak, insana amiyane tabirle haksızlığa uğradığını hissettiren, belki de ego ile ilişkisi yüksek bir his. Ancak doğrusal zamana bağımlı hale geldiğimiz modern dünyada, bir parçası olduğumuz doğadan feyz alarak şeylerin döngüsel olduğunun ayırdına varmakta fayda var.


VIII - 2023

Geçtiğimiz yıl boyunca, bahsettiğim optimizasyon problemini iyileştirmek için çırpınmaktayken, “hayal ettiğin şeylere dikkat et çünkü gerçekleşebilirler” klişesini ispatlayan bir gelişme oldu. Artık oturduğum yer ile çalıştığım yer arasında 6 km var. “İşten eve”, başlıklı rahatlama koşularını yapmama ramak kaldı. 

Son üç ay sakatlığım nedeniyle 30 dakika üzerinde koşamadım, son dört aydır ise arazi koşusu yapmamıştım. Fizyoterapist eşliğinde savaşmakta olduğum plantar fasiit ile mücadelemin ikinci yarısına geçtiğimi sanıyorum. Geçtiğimiz hafta sonu arazide 80 dakika koştum ve işler yolunda gözüküyor.

Amma ve lakin hayal etmekte olduğum diğer bazı şeyler gerçekleşmeye devam ederse yine zor bir tempoya girebilirim. Abdülhak Şinasi Hisar demiş ki: "İnsan tahayyül, temenni, ümit eder. Ve hayat tazyik, icbar ve icra eder." 

Rast gelsin!





Instagram | Strava | Twitter | karaburun.yavuz@gmail.com 

Comments

Popular posts from this blog

IDA Run Zeus 36K Yarış Raporu

Efes Short Trail 42K Yarış Raporu